بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

BEN NEREDEYİM?

Bütün hamtlar ve övgüler Allahu Teâlâ’ya mahsustur. Kâinat’ın zerresi adedince, Salât ve selam bütün insanlığın Efendisi, Hz. Muhammed (s.a.v.) ‘e âline ve ashabına olsun.

Değerli okurlarım! Bir zamanlar bir yerde Allahu Teala’nın bir veli kulu yaşardı. Temiz kalpli, ihlâslı, safça bir mümindi. Her gördüğünü iyiye yorumlar, Allahu Teala çok tevekkül ederdi. Bir kötülük, bir çirkinlik görse iyi tarafından alır, “Bunda da bir hikmet vardır” diyerek gönlünü hoş tutardı. Her şeyin iyi yönünü görür, gülleri devşirir, dikenlerle hiç ilgilenmezdi. Yaratandan ötürü yaratılanı hoş görür, onlara güler yüzle nasihat ederdi.

Müslümanların kıskanmasına aldırmaz, onlara karşı yine hüsn-ü zan ederdi. Şeytanı ve nefsini tam ve katıksız düşman bilir, Allahu Teala sığınırdı. Nefsinin hücumlarına karşı iman kalesine girer, elden geldiğince ona karşı silahlanırdı. Açıktan küfrünü açıklayanlara, Tevhid’i bulmaları için dua ederdi. Hayatı nurlu, gönlü sürurlu has bir kuldu. Kur’an-ı Kerim’i sıkça okur, ayetleri anlamaya çalışırdı. O gün yine nafile oruca niyetlenmişti. Duha namazını biraz erkence kılmış, şehrin dışına doğru yürüyüşe çıkmıştı. Çevre duvarlarının dışına ağaç gölgelerinin sarktığı eski mezarlığa doğru yürüdü.

Kabristana girdi. Fatiha ve İhlâs’ı okudu. Bunu da, ebedi ikametgâhlarında yatanların ruhlarına hediye eyledi. Koyu gölgeli bir ağacın altına oturup alnında biriken terleri mendiliyle sildi. Derin bir tefekküre daldı. Mezardakilerin hallerini düşünüp, onlar için kaygılandı. Yüreğine ılık bir şeyler aktı, gözleri yaşardı. Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.) kabir konusunda ne buyurmuştu? “ Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.” Şimdi burada yatanlar acaba hangisinde? Acaba bunlar dünya hayatında neler yaptılar? Nasıl inandılar, nasıl yaşadılar? Şimdi cennet bahçesinde zevk mi ediyorlar, yoksa cehennem çukurunda azap mı çekiyorlar? Bir meraktır kapladı içini.

Bu eski mezarlıkta kimler yatıyor? Zenginler, fakirler, iyiler, kötüler, zalimler, günahkârlar. Sonra yaşadığı zamanı düşündü. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışanları, mazlumlara eziyet eden zalimleri, vatan, millet, bayrak diye halkı uyutanları, bankalarındaki hesaplarını kabartabilmek için her şeyi mubah sayanları düşündü.

Bir lokma için çöplük karıştıranları, televizyonda gördüğü sanatçılara ilah muamelesi yapanları, sırf okumak için gittikleri okula ‘Senin giyinişin kılık-kıyafet yönetmeliğine aykırı’ diye umudunu o okula bağlamış kızları okula almayan zihniyeti, dininin gereği giyindiği için okuluna alınmayan kızları, alkolün ve uyuşturucunun batağına düşmüş gençleri, ekranlarından fuhuştan başka bir şeyin gösterilmediği televizyonların yöneticilerini düşündü.

Allah’ım! Aklıma mukayyet ol! Sen ki duaları kabul edersin. Bizleri Rasulullah’ın (s.a.v.) sancağı altında toplananlardan eyle! Senin dininin gereklerini yerine getirmeyenler, bu hayatın sonunda hesap yok zannediyorlar. Oysa üstad Necip Fazıl Kısakürek bir şiirinde:

“Bu hayatın sonunda hesap yok mu zannettin sen? Lokantanın garsonu bile ‘hesap lütfen’ diyor.” Sen nasıl olur da, bizlere her şeyi bahşeden, Sana hesap sormasın?

İlahî onları affet, onlara hidayeti nasip et. Ya Rabbi! Çok sürmeden beni de buraya getirecekler. Benim halim ne olacak? Her nefis ölümü tadacaktır. “Ölümün acısı üç yüz kılıç yarasından fazladır” buyurulmuş. Ben nasıl dayanacağım? Şeytan son anda bana musallat olursa ben ne yaparım? O zaman halim nice olur. Kabir hayatı, sonra diriliş, hesap-kitap, mizan-terazi, sırat, cennet, cehennem. Gelen iki meleğe nasıl hesap vereceğim? Onların sorularına cevap verebilecek miyim?

Bu düşünceler içindeyken uyku bastırdı. Başını yaşlı ağacın gövdesine dayadı. Dualar mırıldanırken gözü dallara, yapraklara kaydı. Sanki o yapraklarda ölmüş insanların isimleri vardı. Onları okumaya çalıştı. Uyku iyice bastırdı. Gözleri kapandı. Derin bir uykuya daldı.

Rüyasında mezardakileri gördü. Güya kendisi de ölmüş, orada bulunan kabir arkadaşları hâl diliyle kendisine bir şeyler anlatıyorlardı. Geriye dönüşü olmayan dünya hayatlarını, çaresizliklerini, nasıl aldandıklarını, halen hayatta olanlara nasıl gıpta ettiklerini, kendilerine fırsat verilse ve dünyaya dönseler sırf Allah’ın (c.c.) rızası için nasıl yaşacaklarını, hepsini, hepsini..Sonra kabrin içinde en çok feryatların, iniltilerin geldiği kabrin sahibine sordu: “Arkadaş halin nedir? Neden en çok azap sana çektiriliyor?”

Kabirdeki şöyle cevap verdi: “Ah! Aman... Halimi hiç sorma. Ben dünya hayatında Allah’a (c.c.) şirk koştum. Her günah affolunur, benim günahım affolunmaz.”

“Anladım.” Sonra ana-babasına karşı gelenlerin, katillerin, intihar edenlerin, zulüm yapanların, zina yapanların, içki içenlerin, faiz yiyenlerin, kumar oynayanların, iftira atanların, riyakârların, münafıkların, rüşvet yiyenlerin, yetim malı yiyenlerin, sihirle uğraşanların, avret yerini açanların, karşı cinse benzeyenlerin, ilmiyle amil olmayan âlimlerin, hatta sattığı süte su karıştıranların hayatını dinledi. Çektikleri azaba tanık oldu.

İçi sıkıldı iyice. Çıldıracak gibi oldu. Sonra duyduğu kuş sesleriyle, hissettiği ve tarif bile edemediği eşsiz korkularla kendine geldi.“Ya sen ey mevta! Nedir tüm bu güzelliğin sebebi? Seni görünce içim açıldı, gönlüm rahatladı. Senin yerinde olması ne kadar isterdim. Belli ki cennete namzetsin. Seni bu makama çıkaran nedir?” dedi.“İmandır kardeş, iman.” “Nasıl yani?” “Ben dünyadayken ‘Lâ ilâhe illallâh, Muhammedür rasûlullâh” lafzını tam manasıyla anladım, layıkıyla iman ettim, ibadet ettim.”

Allah’ım bu güzelliklerini hepimize nasip et, düşüncesi içinde diğer cennetlikleri; zekât verenleri, oruç tutanları, namaz kılanları, Allah’ı (c.c)çokça zikredenleri ana-babasına hürmette kusur etmeyen evlatları, iyiliği emredip kötülükten nehy edenleri, iffet sahibi insanları, şehidleri, takva sahiplerini dinledi. Onlara yapılan izzet-i ikramı gördü. Onlara gıpta ile baktı. Bizim Allah (c.c.) dostu rüyasında kabir âleminde dolaşırken gelen gürültülerle uyandı. O kabristana yeni bir ölü getirilmişti. Kalabalık bir cemaat vardı. Ölüyü kabre koydular. Üzerini toprakla örttüler. Yasin, Tekasür, İhlâs, Fatiha surelerini okuyup dua ettiler. Ellerini yüzlerine sürüp kabristandan ayrıldılar. Kabrin başında ölenin oğlu, kardeşi, bir de imam kaldı. İmam ayağa kalkıp:

“Ey Ahmet oğlu Hasan!” diye üç kere bağırdı. “Dünya üzerinde bulunduğun inancı hatırla. O da şudur: ‘Allah’tan (c.c.) başka ilah olmadığına, Muhammedin (s.a.v.) Allah’ın (c.c.) rasulü olduğuna, senin Rab olarak Allah’a (c.c.), din olarak İslam’a, Peygamber olarak Hazreti Muhammed’e (s.a.v.) razı olduğuna dair şahitliğindir” dedi. Artık imamın ve yanındakilerin işi bitmişti. Son kez kabre bakıp çıkışa doğru yürümeye başladılar. Kendisini halen rüyada zannediyordu ki, karşıdan gelen imam: “Hey! Mübarek kalk, ne yatıyorsun?” sözleriyle irkildi ve birden ayağa fırladı. “Sen kimsin? Ben nerdeyim? Öldüm mü?” dedi. İmam tebessüm ederek:

“Korkma, dünyadasın. Güneşin altında mezarlıkta uyumuşsun. Az önce bir kardeşimizi ahir ete uğurladık. Uyuyacağına cenaze namazına iştirak etseydin daha iyi olurdu” dedi. “Çok derin uykudaydım hoca efendi. Öyle rüyalar gördüm ki. Ben de ölmüş gibiydim.” “Hayırdır inşallah. Nasıl olsa öleceğiz. Şimdi önce bir abdest al açılırsın. Sonra öğlen namazının vakti çıkmadan namazını kıl.” İmam ve yanındakiler kabristandan ayrıldılar. O ise halen gördüğü rüyanın etkisi altındaydı. Elinin tersiyle alnının terini sildi. Rüyasında bile cehenneme tahammül edememişken nasıl olur da yaşadığı hayatı cennete gidebilmek için harcamazdı.

İlahi! Bizi af ve mağfiret eyle. Rahmeti ve mağfiretini üzerimizden eksik etme. Bizlerin canını Senin yolundayken al. Yoksa biz sorgu meleklerine nasıl hesap verir, kabir azabına ve cehenneme nasıl dayanırız? Rabbime emanet olunuz..