Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Hamt Alla hu Teâlâ’ya mahsus, yüzbinlerce salat ve selam, iki cihanın
efendisi Hz. Ahmet (sav)’ aline ve ashabına kıyamete kadar onun nurlu
yolundan gidenlere olsun.
Allahumme salli ala Muhammed’in ve ala ali Muhammed
Değerli okurlarım! Çanakkale harbi, tarihin kaydettiği en büyük
savaşlardandır. Renkleri, ırkları, dilleri, değişik Çeşitli
milletlerden oluşan, insan selini andıran düşman orduları,
milletimizin üzerine saldırmış, askerlerimizin göğsüne mermi ve bomba
yağdırmıştır.
Öyle müthiş bir istiladır ki, sanki yerin altından binlerce dinamit
fışkırmış, yerler ölü püskürtmüş, Gelibolu yarımadasının sırtlarına,
derlerin vadilerine yağmur gibi insan uzuvları serilmişti. Uçaklar
bomba atıyor, ağır toplarla donatılmış zırhlı gemiler, gülle ve mermi
yağdırıyorlardı. Ortaya çıkan bu manzarayı, Mehmet Akif Ersoy şöyle
anlatır.
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ .
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Bütün dünyanın şerlileri, birleşerek yurdumuza saldırdılar. General
Sovaraf da şöyle diyor: “Bir asker azim sahibi, ciddi, hakikat sever
ve dindar olmalıdır.”
Ey asker! Alla hu Teâlâ’ya ibadet et. Çünkü bizi sevk ve idare eden
kuvvet ilahi kuvvettir. zaferi ancak O, verir.
Komutan Ali Çavuş anlatıyor: “Çanakkale’de savaşının devam ettiği
günlerden birindeyiz. O gün akşama kadar süren savaş, düşmanın sayı ve
cephanesi bakımından üstünlüğüne karşı, yine zaferimizle sonuçlanmak
üzere idi. Gözetleme yerinden savaşın son bölümünü heyecan içinde
seyrediyordum. Aslanlar gibi dövüşerek tarihin az görüldüğü
kahramanlıkları meydana getiren Mehmetçiğin “Allah, Allah” sesleri
ufku titretiyor, ufku tutan top seslerini bile bastırıyordu.
Bir aralık yanımda bir ayak sesi duyar gibi oldum. Geriye dönünce Ali
Çavuş ile karşılaştım. Sapsarı olmuş yüzünde korkunç bir acı
okunuyordu. Daha neyin var demeden her şeyi anlamaya yetecek olan
kolunu bana gösterdi. Dehşetten ürpermiştim. Sol kolu, bileğinin 4
parmak yukarısından aldığı bir isabet ile hemen tamamen kopacak hale
geçmişti. Elini yere düşmekten ancak bir deri parçası alı koymakta
idi.
Ali Çavuş dişlerini sıkarak acısını yenmeye çalışıyordu. Sağ elindeki
çakıyı bana uzattı. ‘Şunu kesiver komutanım’ dedi. Bu üç kelimelik
cümle öyle kesinlik ifade ediyordu ki, bu tüyler ürpertici görevi
yaparken: ‘Üzülme Ali Çavuş, Allahu Teâlâ vücuduna sağlık versin’ diye
mırıldandım. O, yere düşen eline, elsiz kalan koluna oluk gibi akan
kana bakmaksızın: ‘Feda olsun, memleket sağ olsun’ dedi. Ali Çavuş
yalnız elini değil, çok geçmeden hayatını da kaybetti. Son nefesinde
yine ‘Memleket sağ olsun, canım bu vatana feda olsun’ diyordu.
Batan gemilerden birinde yaralı olarak denize düşen bir düşman
subayı anlatıyor: Top başında bekliyordum. Her an bir merminin başıma
düşmesi mümkündü. Derken biden bire müthiş bir patlama oldu. Yere
kapandım, sonra dehşetli bir sarsıntı ile havaya fırladım ve kendimi
boğazın buz gibi sularında buldum. Mayına çarpmıştık.
Gemimiz batıyordu. Artık hiçbir şey yapılamazdı. Yüzerek kurtulmadan
başka çare yoktu. Sahil yakın da, fakat sağ bacağımdan yaralanmış
olduğumu ve müthiş ıstırap verdiğini hissetmeye başladım. Buna rağmen
sahile yüzmeye başladım. Karaya ayak atmak üzere iken pantolonum kan
içinde idi. Halsiz ve bitkindim. Tüfeğine süngüsünü takmış bir Türk
neferinin bana koşarak geldiğini gördüm.
Sudan yüzüp kurtulmuştum. Ama bu süngüden kurulamayacağımı biraz sonra
göğsüme saplanan süngünün sırtımdan çıkacağını peşinen kabul ederek
gözümü yumdum ve akıbetimi beklemeye başladım. Türk askeri yanıma
yaklaştı, yere diz çöktü, cebinden çıkardığı sargı beziyle yaramı
sardı. Kaputunu çıkardı, titreyen ıslak vücuduma sardı. Mermi yağmuru
altında koluma girdi. Yavaş yavaş geriye doğru yürüdük. Türkler
siperlerinde bana çay ikram ettiler. Kendime geldim.” İşte Türk’ün
fazileti.”
Saka Mehmet’in de keskin zekâsı sayesinde neler yaptığı
bilinmektedir. Çanakkale savaşları sırasında Türk birliklerinden saka
eri Mehmet, bozuk ve dumanlı bir havada katırla çeşmeye su almaya
gider. Çeşme biraz uzaktadır. Suları doldurup dönerken sis yüzünden
yolunu şaşırıp İngiliz birliklerinin bölgeye dalıverir. İngiliz
askerleri Mehmet’i yakalar. Mehmet hiçbir telaş eseri göstermeden;
“Beni kumandanınıza götürün” der. Götürürler.
Mehmet İngiliz kumandanın karşısına çıkınca: “Bizim kumandanın size
selamı var. ‘Bu gün her ne kadar savaş halinde isek de, bu savaş
bitince yine dost olur, yüz yüze bakarız’ dedi. Sizin tarafta su
bulunmadığını bildiği için bu suları size gönderdi” der. “İngiliz
kumandanı katırın sırtındaki suların boşaltılmasını ve yerine bisküvi,
çikolata, konserve v.s. yüklenerek geri gönderilmesini emreder.
Bu arada Türk tarafındaki arkadaşları saka Mehmet’in sis yüzünden
İngilizlere esir düştüğünü düşünerek üzülüp dururlar. Derken Mehmet
çıkagelir. Üstelik katır, tahmin edilmeyen şeylerle yükletilmiş
olarak. Arkadaşları merakla: “Ne oldu böyle Mehmet, anlat hele şunu”
dediklerinde Mehmet: “Ne olacak” der, “Aldattım elin gâvurunu!”
Çanakkale’nin aslanları işte böyle idi. Bu askeri kandırmak mümkün
mü? İman coşkusu ile 276 kiloluk mermiyi sırtlayıp iki basamak
yükseklikteki topa yerleştiren Seyit Onbaşının emsaline dünyanın
hiçbir yerinde rastlamak mümkün değildir.
Rabbim bütün şehitlerimize rahmet eylesin, şefaatlerine mazhar kılsın.
Bizlere ve nesillerimize de Çanakkale Harbini kazandıran ruh, İman
dolu kalpler nasip eylesin. Selam ve dua ile.
Allahumme salli ala Muhammed’in ve ala ali Muhammed